Kitap Özeti: Kendinle Savaşma Sanatı
"Kendinle Savaşma Sanatı" bende bilişsel dengesizlik yaratan kitaplardan biri. Kitapta Adler' in Bireysel Psikolojisi' nden bahsediliyor.
Bir filozof ve genç bir adamın konuşmalarını içeren bu kitap, oldukça akıcı. Diyaloglar ekseninde geçtiği için çoğu zaman koyu bir sohbetin ortasındaymışım gibi hissettim. Psikoloji ve felsefe üzerinden ilerlediği için de düşündürüyor. Bu sebeple kitabın hızlı okunmaması, sindire sindire ve düşünerek okunmasının daha faydalı olacağını söyleyebilirim.
Psikolojiye ilgim olduğu için okumalarımda sıkça psikoloji konulu kitaplara yer veriyorum. Önceki okumalarım ve araştırmalarım genelde Freud' un düşüncelerine dairdi. Freud geçmiş yaşantıların şimdiyi ve geleceği etkilediğini söylüyor. Olayları neden-sonuç ilişkisinde açıklıyor. Geçmişte yaşananlar travmalara neden oluyor ve bu travmalar gelecekteki bizi etkiliyor. Temel bakış açısı bunun üzerine kurulu. Fakat Adler psikolojisi bunu reddediyor. Çünkü Freud etiyolojisinin insanın iradesini kısıtladığını düşünüyor. Eğer şu anımızın ve geleceğimizin çoktan geçmiş olaylar tarafından belirlendiğini ve değiştirilemez olduğunu düşünürsek şu an ne yapabiliriz? Geriye hayıflanmak ve üzülmekten başka bir seçeneğimiz kalmaz. Adler de bu noktada geçmişin önemli olmadığını savunuyor.
Adler psikolojisinde geçmiş "nedenler" değil, şimdiki "hedefler" düşünülür.
Yani Adler travma argümanını reddediyor. Adler diyor ki, deneyimlerimizin yarattığı şok -yani travmalar- yüzünden sıkıntı çekmeyiz, bunları amaçlarımıza uyduğu şekilde biz yaratırız.
Bunu şöyle açıklayabiliriz: Bizi deneyimlerimiz belirlemez, bunlara verdiğimiz anlamlar belirler. Mesela aynı yaşta olan iki çocuk düşünelim. Bu iki çocuğunda ailesi onlar küçük yaştayken boşanmış olsun. Eğer Freud etiyolojisine göre bakarsak iki çocukta aynı travmaları yaşadı ve bu yüzden gelecekte benzer şeyleri yaşamaları gerekir diye düşünmemiz gerekir. Fakat Adler bu noktada aynı yaşantıların sonuçlarının aynı olmasının mümkün olmadığını, çünkü bireylerin olayları nasıl anlamlandırdıklarının önemli olduğunu savunuyor. Freud'a da bu noktada gerekçe getiriyor.
Kimileri kötü deneyimleri hayatının sonu diye değerlendirerek, bunu bahaneye dönüştürerek hayatının daha kötü gitmesine sebep olabilirken; kimileri de bunu bir basamak gibi kullanarak gelecekte belli hedefler ortaya koyabilir. İşte burada travmaların sonucunu değil, insanların olayları nasıl anlamlandırdığına dikkat çekiyor Adler.
"Hayat birinin sana verdiği değil, senin seçtiğin bir şeydir."
Adler ve Freud arasındaki bu düşünce farkını ilk okuduğumda bir dengesizlik yaşadım. Çünkü bu zamana kadar geçmişin etkisinin yadsınamayacak kadar önemli olduğunu öğrenmiştim. Fakat Adler'le yeni bir bakış açısı kazanmanın da mutluluğunu yaşadığımı söyleyebilirim.
Adler psikolojisinde beni etkileyen bir şey var. Adler, olaylara verdiğimiz anlam üzerinden ilerliyor. Bu düşünceyi şöyle bir örnekle açıklıyor:
Birine bağırdığımızda öfkenin aniden ortaya çıktığını ve bu yüzden bağırdığımızı söyleriz. Bunu söylerken aslında duygularımızı kontrol edemediğimizi söylemiş oluruz. Fakat bu doğru değil. Çünkü az önce annesine öfkelenen birinin konuştuğu ses tonuyla, biraz sonra çalan telefondan öğretmeniyle konuştuğu ses tonu farklıdır. Arada sadece saniyeler olmasına rağmen öfkeliydim dediğimiz noktada sesimiz yükselirken, telefonda olan kişinin öğretmenimiz olduğunu öğrendikten sonra ses tonumuzu normale dönüştürüp nazik konuşuyoruz. Yani öfkemize "ara" veriyor ve onu kontrol edebiliyoruz. Telefon konuşması bittiğinde öfkeye geri dönüyoruz. Bunu tercih eden biziz. Öyleyse Adler'e göre öfke ihtiyaç duyulduğunda kullanılabilecek bir araçtır. Aslında sesini yükselterek karşındakini sindirmek ve böylece fikirlerini söylemek için kullanırsın.
Başka bir örnekte bir kız yüzü kızardığı ve utandığı için arkadaşına açılamadığını söylüyor. Burada açılamamasının nedeni kıza göre yüzünün kızarması ve utanması. Adler' e göre ise kız utandığı için değil, arkadaşına açıldığı zaman onun vereceği tepkiden ve cevaptan korktuğu için açılamıyor. Yani aslında sebebi, o durumdan kaçmak için biz oluşturuyoruz diyor Adler. Cesaret kavramına da buradan atıf yapıyor. İleride konusu geçerse açıklayacağım bunu. Kısacası bu bakış açısı farklı gelmişti bana.
Adler, insanların değişebileceğini savunuyor. Freud etiyolojisinde geçmişi değiştiremeyeceğimizi düşündüğümüzden sanki bugünü de değiştiremeyiz gibi düşünürüz. Adler ise şöyle diyor:
"Önemli olan kişinin nasıl dünyaya geldiği değil, elindeki malzemeyle ne yaptığıdır."
Yaşam tarzımızı biz seçeriz ve değiştirebiliriz. Fakat insan değişmek istediğini fakat değişemediğini söyler. Çünkü şu an güvenlidir, gelecek ise endişe vericidir. Değişmek için ise "cesaret etmek" lazımdır.
Adler mutsuzluğumuzu geçmişe yada çevreye yıkamayacağımızı söylüyor. Beceremediğinden değil, sadece yeterli cesaret olmadığından der. "Mutlu olma" cesareti...
"Hayatınızda şu noktaya kadar her ne olmuş olursa olsun, bunların şu andan itibaren nasıl yaşayacağınızı yönlendirmemesi gerekir."
Burada ve şu anda yaşayan sen, kendi hayatını belirleyen kişisin. Adler şunu demek istiyor: Korkularımız sebebiyle adım atmamak, çekimser kalmak ve sonunda hayal kırıklığına uğramamak için kendimize sebepler yaratıyoruz. Örneğin reddedilmekten korkan birinin insanlarla iletişim kurmamak için kendinin eksik yönlerini sık sık görmesi gibi.
Adler "aşağılık" duygusundan bahsediyor. Bu duygunun mücadele etmek ve gelişmek için tetikleyici unsur olduğunu söylüyor. "Aşağılık duygusu" ve "aşağılık kompleksini" birbirinden ayırmak gerekiyor. Örneğin iyi eğitimli değilim, o yüzden herkesten çok çalışmam gerekiyor demek aşağılık duygusudur. Gelişmek için itici güçtür. Fakat iyi eğitimim yok, o yüzden başarılı olamam demek aşağılık kompleksidir.
Hayat bir yarış değil, önemli olan kimseyle yarışmadan ileriye doğru gitmeye devam etmektir. İnsanın kendisini başkalarıyla kıyaslamasına gerek yok.
Adler psikolojisi; başkalarını değiştirmekle değil, kişinin kendisini değiştirmesiyle ilgilenir.
Başkalarının veya durumun değişmesinin beklemek yerine ileriye doğru ilk adımı sen atarsın.
Adler sorunların temelini "kişiler arası ilişkilere" dayandırıyor. İki kişi iyi anlaşarak yaşamak istiyorsa, birbirlerine eşit kişilikler gibi davranmalıdır diyor ve ilişkilerin dikey değil yatay boyutta kurulmasının gerektiğini belirtiyor. İlişkiler konusunda önemli bir kavram olan "görevleri ayırmadan" da bahsetmek lazım. Bu, başkalarının görevlerine müdahale edilmeyeceği anlamına gelir. Örneğin başkalarının senin yüzüne baktığında ne düşündükleri başkalarının görevidir. Üstünde kontrol sahibi olduğun bir şey değildir.
Özetleyecek olursam Adler, kişinin değiştirebileceklerine odaklanmasını gerektiğini savunuyor. Burada ve şu anda olmayı önemsiyor. Bilinçli bir şekilde şu anda yapabileceklerini yapmanın önemli olduğunu, hayatın bir çizgiden değil noktalardan oluştuğunu, bu noktaları "anların" oluşturduğunu ve anları bilinçli ve dürüstçe yaşamanın yeterli olduğunu söylüyor. Ayrıca kişiler arası ilişkilere oldukça önem veriyor hatta tüm problemin bunun altında yattığını belirtiyor. İnsanın mutlu olma yolunu da "birine katkıda bulunmak" olarak nitelendiriyor. İyi bir ilişki için itimadın yani koşulsuz güvenin önemli olduğunu savunuyor.
Yorumlar
Yorum Gönder